0
ARCH+ news

Günümüz Türkiye Mimarlığını Ararken

Ömer Kanıpak //

Mimarlar her zaman yakınırlar. Sadece Türkiye´de değil, tüm dünyada mimarlar şehirlerin kalitesizliğinden, kendi mesleklerine yeterince değer verilmemesinden, kendilerine danışılmadan bu kadar çok niteliksiz bina yapılmasından dolayı söylenirler. İşverenlerinden, politikacılardan, belediye başkanlarından ve hatta birbirlerinden sürekli şikayetçidirler. Eğitim hayatları boyunca “güzel” olanı yaratma konusunda eğitilmişlerdir. (Ama nedense bu kelimeyi mesleki konuşmalarında kullanmamaları gerektiğini de öğrenmişlerdir.). İyi ve “güzel” tasarlanmamış her şey onları rahatsız ettiği için fiziksel çevrelerinden hiçbir zaman memnun olmazlar. Başka mesleklerde olmadığı kadar bir memnuniyetsizlik faktörü vardır mesleki ve özel hayatlarında.Bu da mimarların çoğunlukla huzursuz, aksi, mutsuz ve müşkülpesent olmasına yol açar.

Türkiye´deki mimarların da eğitimi de dünyadakilerden çok farklı değil. Hemen hemen hepsi mezun olmadan önce bir kültür merkezi, devasa bir şehir kütüphanesi, binlerce konutluk bir yerleşim yeri, bir tiyatro binası veya buna benzer ölçeklerde bir mimarın hayatı boyunca tasarlamak istediği bir projeyi usta-çırak modeli ile tasarlayarak okullarını bitirdiler. Hemen hemen hepsi Le Corbusier´den Frank Gehry´e dek tüm ünlü simalardan en az birkaçının projelerine ve kişiliklerine hayran oldular. Hepsi bina fotoğraflarıyla dolu mimarlık dergilerini takip ettiler, hiçbir insanın yer almadığı bu görüntülerden ilham aldılar. Dolayısı ile eğitim hayatları boyunca hemen hemen hepsine tam teşekküllü, ofis sahibi author mimar olma içgüdüsü yerleştirildi.

Öte yandan özellikle Türkiye´deki mimarlık okulları belki de piyasa ile en az alışverişi olan akademik alandır. Mühendislik bilimleri altında konumlandırılan mimarlık fakülteleri, inşaat endüstrisine yeni teknoloji ve bilgi yerine sadece işgücü sağlamaktadır. Buna rağmen hiç bir mimarlık fakültesi, mezunlarının hangi koşullarla çalıştığını, ne ile uğraştığını takip etmez, eğitimini mezunların güncel sorunlarına göre geliştirmeyi düşünmez.

Türkiye´nin yaş ortalaması, tüm Avrupa nüfusunun yaş ortalaması ile kıyaslandığında yaklaşık olarak 10 yıllık bir fark olduğu görülür. Her dört kişiden üçününün şehirlerde yaşadığı yetmiş milyona yaklaşan bu ülkenin son 2007 sayımlarına göre %66´sı çalışma yaşındaki kişilerden oluşuyor. Öte yandan özellikle son küresel ekonomik krizle birlikte işsizlik oranı %15´in üzerine çıkmış durumda.   İnşaat sektörü ise Türkiye´nin yıllardır lokomotif sektörü olarak bilinir. Gayri Safı Milli Hasıla´dan aldığı %6.5´luk payın yanısıra, inşaat endüstrisine hizmet ve ürün veren yan sanayileri de eklediğimizde ülke ekonomisinin yaklaşık olarak %15i gibi bir payının fiziksel çevrenin üretimine yönelik faaliyetlerinden geldiği görülür.   Harcanan bu kadar para ve emeğe; Ortadoğu ve Doğu Avrupa bölgesinin en gelişmiş inşaat endüstrisinin Türkiye´de bulunmasına, kırka yakın mimarlık okuluna ve ülkede kayıtlı kırk bine yakın mimara rağmen, kentlerin neredeyse ters orantılı bir şekilde niteliksiz olması ve Türkiye´deki nitelikli olarak kabul edilen mimari üretimin küresel ölçekteki konumu sorgulanmaya değer bir sorun olarak ülkenin mimar ve plancıları önünde hala durmakta.

Türkiye´de tahminen kırk bine yakın kayıtlı mimar olduğu belirtilse de, kayıtlı mimarların hepsinin ilk akla geldiği gibi ofisi olan ve kendi imza attığı projeleri tasarlayan ve uygulatan mimarlar olmadığı bilinen bir gerçek. Öte yandan pek çok mimari tasarım ofisinde çalışan mimarların da hepsinin meslek odasına kayıt olmadığı için bu konudaki istatistiklerin yeterince sağlıklı olmadığını hatırlamamız gerekir. Türkiye´de mimari üretimin gerçekleştiği mimari tasarım ofislerinin tam sayısı da ne yazık ki bilinmiyor. Ancak büyük kısmının İstanbul´da, Ankara´da ve biraz da İzmir´de yoğunlaştığı bilenen ve halen aktif olarak mimari tasarım işi ile uğraşan ofis sayısının 2000´e yakın olduğu sanılıyor. Bunların çok büyük kesimi İstanbul´da bulunurken, özellikle kamu kurumlarına proje çizen önemli sayıda ofisin de Ankara´da bulunduğunu belirtmek gerekir.   Bütün bu resme uzaktan baktığımızda, Türkiye´deki mimarlık mesleğinin profilinin herhangi bir ülkedekinden farklı olmadığı kabul edilebilir. Ancak küresel mimarlık kültürüne Türkiye´nin yaptığı katkının hala görünmeyecek kadar küçük kalması belki de Türkiye´deki mimarlık ortamı ile ilgili en çarpıcı noktadır. Herhangi bir Avrupalı mimarlık eleştirmenine sorduğunuzda, şayet özel bir merakı bulunmuyorsa, Türkiye´den bir mimarlık ofisinin adını hatırlaması veya ülke sınırlarındaki herhangi çağdaş bir yapıyı tanıması çok mümkün değildir. Oysa bugün özellikle İspanya, Hollanda ve bazı Doğu Avrupa ülkelerindeki genç ofislerin başarılı işleri ile mimarlık dergilerini doldurmaya ve Mies van der Rohe gibi prestijli ödülleri elde etmeye başlaması ile Avrupa´nın genç mimarlık ofislerinde değişen bir şeyler olduğunun sinyali veriliyor.

Peki Türkiye´deki mimarlık ofisleri bu fotoğrafta nerede duruyor? Bu soruya daha kolay cevap verebilmemiz için öncelikle ülkedeki bina üretim sürecinin mekanizmasını biraz açıklamamız lazım. Mimarlık henüz Türkiye´de bir kültür alanından çok bir inşaat faaliyeti olarak algılanmakta. Kültür Bakanlığı´nda mimarlık kültürü ile ilgili herhangi bir birim veya uzman kadro olmaması bunun en somut örneği. Bu alana en yakın resmi birim Kültür Bakanlığı´nın Kültür Varlıkları ve Müzeler Genel Müdürlüğü´nün ilgi alanına giren mimari eserlerin hepsi ya arkeolojik sit alanları veya en yenisi geç Osmanlı dönemi tescilli yapılardan oluşuyor. Bu nedenle örneğin 1950 sonrası mimari önemi tartışılmaz olan bir yapı Kültür Bakanlığı tarafından sahiplenmeden yıkılabiliyor. Öte yandan Bayındırlık ve İskan Bakanlığı ise imar faaliyetlerine ekonominin bir alanı olarak baktığı için mimarlık ve şehircilik bu bakanlık bünyesinde de pek benimsenen bir alan değil. Dolayısı ile mimarlık kültürünün en kuvvetli aktörleri hala mimarlık fakülteleri diyebiliriz. Ancak ne yazık ki fakültelerin yeteri kadar kadrosu ve bütçesi olmadığı için ana iştigal alanı olan eğitim dışındaki faaliyetleri mimarlık kültürünü geliştirme açısından çok zayıf kalıyor.

Türkiye´de imar faaliyetlerinin çok büyük bir kesimi özel girişimler tarafından Belediye´lerin verdiği imar yetki ve sınırları içinde yapılıyor. Dolayısı ile belediyeler hala kentlerin şekillenmesinde en önemli aktörler. Ancak yapı bazında mimari eserlerin büyük kesimi özel sektördeki kişi ve kurumlar tarafından inşa ediliyor.

Kamu kesiminin mimarların Türkiye´de en büyük işvereni olması ise 1970lerin başından itibaren değişmeye başlayan bir gerçek. Cumhuriyet´in kurulumundan yaklaşık olarak bu tarihe kadar önemli kamu yapılarının büyük kısmı ya mimari yarışmalar yolu ile veya bilinen önemli mimarlara doğrudan iş vererek tasarlatıldı. Bu tarihten sonra ise ülkedeki tüm kentler yoğun bir müteaahit faaliyetine sahne oldu. Kamu kurumları da kendi yapılarını müteahhitler eli ile inşa ettirmeye başlamıştı. Öyle ki, müteahitler siyasi iktidarların zamanla iktisadi iktidarlara dönüşmesi için en temel aracılar haline geldi. Siyasi iktidarlar 1990´ların başına dek “tesis” açılışlarında kurdele kesmekle millete hizmet etmeyi aynı kefeye koymuştu. Ardı ardına açılan devlet kaynakları ile yaptırılan havalimanları, fabrikalar, okul binaları, kültür merkezlerinde hem siyasi figürler hem de müteahhitler kazanıyordu. Bugün törenlerle açılan bu havalimanlarının bir kısmı yanlış yer seçimi yüzünden uçakların inişine kapalı; işletme sorunu çeken fabrika binaları çağdaş harabeler halinde beklemekte; kültür merkezi olarak temeli atılan pek çok yapı Anadolu´da düğün sarayı olarak faliyet gösteriyor.

Aslında herhangi bir yasal tanımı ve mesleki çerçevesi olmayan bu iş alanında faaliyet göstermek için ihtiyaç olan tek şey biraz sermaye ve bol miktarda girişimcilik ruhu idi. Çoğu kez müteahhitler “başkasının taşı ile başkasının kuşunu vuran”lar olarak tanımlanırlar ve bu nedenle de Türkiye´de pek çok işadamı müteahhitlik sürecinden geçmiştir. Ticari çıkarlar nedeni ile siyasi figürlerle sıkı ilişkileri sık sık gündeme gelen müteahhitlerin bugün Türkiye´de hala kötü bir şöhreti vardır. Müteahhitlerin bu kötü şöhreti sadece siyasetle kol kola olmalarından gelmiyor elbet. Bireysel olarak müteahhitlik yapan pek çok kişi, ülkedeki apartmanların neredeyse %90ını inşa etmiştir. Ancak bu konutların pek çoğu düzgün bir mimarlık hizmeti alınmadan tasarlanmış ve alelacele inşa edilmiştir. Mekansal kalitesizliğin yanısıra özellikle depremlerden sonra daha belirgin olarak ortaya çıkan yapısal niteliksizlikle birlikte müteahhitlerin kötü şöhreti daha da kuvvetli bir şekilde tescilenmiş oldu.

Öte yandan ilginç bir şekilde, pek çok büyük yerli müteahhitlik firması 1970´lerin başından itibaren Arap Yarımadası ve Kuzey Afrika ülkelerinde, ardından 1980´lerden sonra ise eski Sovyet Cumhuriyetlerinde çok büyük çapta işler yaparak dünyadaki en çok iş yapan müteahhitler arasında yer buldu.  Müteahhitleri siyasi kadrolarla bu kadar içli dışlı olmasından ötürü, ülkedeki imarla ilgili kanunlarda müteahhit firmalarına büyük avantajlar sağlayan bazı düzenlemeler yer aldı. Özellikle Kamu İhale Kanunu olarak tabir edilen ve devletin iğneden ipliğe herhangi bir mal veya hizmeti özel sektörden satın almasının koşullarını koyan kanun, özellikle inşaat faaliyetlerinde müteahhitlere büyük imkanlar sundu.

Özellikle Cumhuriyet´in kurulmasından tek parti döneminin sonuna dek kamu kurumlarının bina ihtiyacında tasarım önemli bir faktör olarak görülürken, müteahhitlerin güçlenmesi ve kamu ihale kanunlarının verdiği imkanlara, yapılar artık salt inşai faaliyet olarak görülmeye başlandı. Bugün de geçerli olan bu kanunun maddelerine göre herhangi bir kamu yapısı inşa edilmeden önce, ilgili kamu idaresi inşaatın sürecinin tamamı için ihale açar. Bu ihalelere katılma şartı çoğu kez benzer ölçekte bir yapıyı tamamlama şartı olduğu için de, devlet ihaleleleri konusunda tecrübesi olan müteahhitler avantajlıdır. En düşük fiyatı verenin ihaleyi aldığı bu mekanizma, elbetteki kalite eksenli değil maliyet eksenli bir mekanizmadır. Bu da kamu yapılarında mekansal ve yapısal kalitenin çok düşük olmasına neden olur. İşin daha ilginç tarafı, ihale edilen yapının mimari tasarımı da müteahhitin sorumluluğuna verilir. Herhangi bir mimari tasarım olmadan inşaat bütçesi belli edilen bu yapıların mimari tasarımları çoğu kez müteahhit firmaların kendi bünyelerinde barındırdıkları mimarlar tarafından çözülür.

Bu mekanizma içinde görüldüğü gibi tasarım eylemi inşaat eyleminin arkasından geliyor ve yeterince önemsenmiyor. Mimarların çalışma koşullarını analiz etmek için bu resmi iyi anlamak gerekmekte.   Peki mimarlar nasıl çalışıyorlar? Hemen hemen tüm mimarlık ofislerinin benzer bir tarihsel süreci var. Mezun olan mimar eğer ailesinde herhangi bir mimar varsa, ki bu çok az görülen bir durum değildir, önce onun yanında çalışarak ofis açma külfetine katlanmadan piyasayı öğreniyor. Zamanla ailesinin müşteri ilişkilerini ve ofis yapısını devralarak bu yapıyı geliştirip genişleterek kurumsallaşan ve marka haline gelen hanedan mimarlık ofislerinden biri haline dönüşüyorlar.

Ama bu avantajlara sahip olmayan pek çok yeni mezunun yolu başka mimarlık ofislerinde farklı işlerde çalışmaktan geçiyor. Çoğu kez CAD elemanı olarak başlayan bu yolculuk, ortalama iki senede bir farklı ofislerin içinden geçer. Bu yolculuğun belli bir noktasında kendine güvenen mimarlar ya tek başlarına, ama çoğunlukla yol arkadaşlarından bir ikisi ile ortak bir bağımsız ofis açarak farklı bir kulvara geçerler. Bu yol ayrımı ise çoğu kez bir mimari yarışmanın başarı ile sonuçlanmasından sonrasına denk gelir. Yarışma yolunu denemeyen diğer mimarlardan ofis açmak isteyenler, birkaç mimarlık ofisinin korunaklı ortamında gerçek projelerle yüzleşirler. Burada edindikleri deneyimi yeterli buldukları anda kendi ofislerini açma konusunda özgüvene kavuşan genç mimarlar piyasaya atılırlar.

Ancak hiçbiri okullarında veya çalıştıkları büroda tasarlama faaliyeti dışındaki konularda bilgi edinmediği için bir ofis nasıl işletilir, nasıl teklif verilir, nasıl sözleşme yazılır, hangi vergilere tabi olurlar, telif haklarını nasıl korurlar, eleman çalıştırmanın yükümlülükleri nelerdir, nasıl iş alırlar, müşteri ilişkilerinde nelere dikkat etmelidirler, nasıl pazarlama yapmalıdırlar; bu ve bunun gibi onlarca soruyu ofislerini açtıktan sonra sorabildiklerini farkederler. Tüm mimarlık okulları tasarım konusunda kendine çok güvenen ama piyasa koşullarından habersiz meslek adamları yetiştirmekte, ve bu soruların çözümlerini de birey olarak mezunlarına ve piyasa koşullarına bırakmaktadırlar.

Bu nedenle genç mimarlık ofislerinin hemen hemen hepsi birkaç yıllarını bocalama devresi olarak geçirirler. Bu konuda onlara yardımcı olacak tek mekanizma olan yarışma sisteminin Türkiye´deki ihale kanunu dolayısı ile tam olarak işlememesi, mimarların önündeki en büyük dezavantaj olarak durmaktadır. Türkiye´deki mimari proje yarışmalarının sayısı herhangi bir Batı Avrupa ülkesinden belki çok daha az olsa da, yarışma mekanizmasının işlerliği özellikle 2000´li yılların başından itibaren tekrar artmaya başlamıştır. Bu artış, genç mimarlık ofislerinin kurulmasını da teşvik etmektedir. Örnek olarak 2008 yılında Türkiye´de belediye ve kamu kurumları tarafından 13 adet açık mimari proje yarışması düzenlenmiş, ve bu yarışmaların büyük kısmı yeni kurulan ortaklıklar ve genç ofisler tarafından kazanılmıştır. Elbette, Türkiye´nin mimarlıkla ilgili ilişkisinde yarışmaların uygulama aşamasına taşınmasında da problemler mevcuttur. 2000´li yılların başından beri açılan elliye yakın mimari proje yarışmasının sonucunda elde edilen projelerin ancak bir iki tanesinin uygulandığı göz önüne alınırsa, Türkiye´de mimari proje yarışmalarının da genç mimarlık ofisleri için ancak geçici bir pansuman olduğu anlaşılır.

Genç mimarlık ofislerinin diğer sıkıntılarının pek çoğu ise işletme ile ilgili herhangi bir tecrübelerinin olmamasından kaynaklanmakta. Genç mimarlar özellikle kendilerini bekleyen ağır vergi yüklerinden habersiz şekilde ofislerini açmaktadırlar. Ayrıca yasal mali konularda hemen hemen hiçbiri, eğer bu konuda bir yakınlarının tavsiyelerini alacak kadar şanslı değillerse, kelimenin tam anlamı ile el yordamıyla ilerlemektedirler. Türkiye´de kayıtdışı ekonominin büyük kısmının döndüğü inşaat sektöründe mali konularda kıvrak olamayan pek çok ofisin kadroları bu yüzden sürekli hacim değiştirir. En büyük giderlerini oluşturan personel giderleri konusunda uzun vadeli planlama yapamayan ofisler, herhangi bir iş geldiğinde bir anda ofise yeni elemanlar alırlar, ancak işin kısa süre sonra başarılı ya da başarısız bir şekilde sona ermesi ile bu personeli daha fazla barındıramayacaklarını anlayarak işten çıkarırlar. Bu nedenle mimarlık ofislerindeki sirkülasyon diğer mesleklere oranla çok daha fazladır ve mimarlar herhangi bir kariyer planlaması yapma konusunda diğer tüm mesleklere göre çok daha şanssızdırlar. Mimarlık ofisi sahiplerinin insan kaynakları ve personel yönetimi konusundaki bilgisi ise ancak tecrübesi ile sınırlı kalmaktadır.

Bazı Avrupa ülkelerinde bulunan yeni kurulan işletmelere verilen vergi kolaylıkları gibi  imkanlar ne yazık ki Türkiye´de bulunmamaktadır. Bu da girişimci genç mimarları daha da korunmasız yapmaktadır. Açıldığı andan itibaren giderleri sürekli olan bir mimarlık ofisinin ayakta kalabilmesi için müşteri seçme lüksü pek bulunmamaktadır. Bu konuda genç mimarlık ofislerinin şanslarına ve yakın çevrelerine güvenmekten başka seçeneği pek bulunmamaktadır. Tüm dünyada olduğu gibi mimarlık mesleği doğrudan pazarlama yolu ile müşterilerini bulan bir meslek değildir. Ancak dolaylı yollardan isimlerini duyurarak iş almayı uman mimarlık ofislerinin en büyük yardımcıları elbette mimarlık, dekorasyon ve benzeri alanlarda faaliyet gösteren yayınlar. Bu konuda özellikle 2000 yılından önce Türkiye´deki mimarlar çok fazla imkana sahip değillerdi. Yayınlanan birkaç mimarlık dergisi ancak meslek içinde mimarların birbirleri hakkında bilgi edinmelerini sağlamaktaydı ve gündelik basında mimarlık hemen hemen hiçbir zaman konu olmazdı. Oysa inşaat sektörünün bu kadar canlı olduğu bir ülkede tam tersi beklenir. Ancak yukarıda da bahsedildiği gibi daha çok bir müteahhitler cumhuriyeti olan ülkede medyanın da ilgisi mimardan çok müteahhite kaymaktaydı. Ancak 2000 yılından itibaren özellikle internetin ülkede yaygın olarak kullanılmaya başlanması ile konvansiyonel medyaya farklı bir alternatif doğdu. Bu yıllarda kurulan Arkitera Mimarlık Merkezi´ne ait arkitera.com mimarlık portalı, mimarlar arasında hızla benimsendi. Bağımsız ve paylaşıma açık bir platform olan bu yayın ile Türkiye´deki mimarlar, mimarlık dergilerinden aşina oldukları çok bilindik ünlü mimarların yanısıra birbirlerinden de haberdar olmaya başladılar. Kısa sürede başka alternatif internet yayınları ile mimarlık medyası git gide daha kuvvetli bir araç haline geldi. Bu da özellikle genç mimarlık ofislerinin kendilerini tanıtmasında büyük kolaylık sağladı. Mimarlık merkezlerinin bir başka faydası ise gündelik basının mimarlığa olan ilgisini artırmak yönünde oldu. Geçen yaklaşık on yıllık süre içinde gündelik basın artık Türkiye´nin “star mimarları”na sık sık sayfalarında yer vermeye başladı. Bu gelişimde özellikle 2005 yılında İstanbul´da düzenlenen UIA kongresinin başarılı basın çalışmalarının da faydası oldu.

Başta Arkitera olmak üzere, mimarlık yayınları ve faaliyetleri düzenleyen kurumların Türkiye´deki mimarlık ortamına bir başka önemli katkısı da, uluslararası mimarlık ortamını ülkeye taşınması ile oldu. Önemli yabancı mimarlar tarafından verilen konferanslar ve yurtdışındaki gelişmelerle ilgili haberlerin ve makalelerin Türkiye´deki yayınlarda yer alması ile mimarlık öğrencileri başta olmak üzere genç mimarlık nüfusunda özgüven kazanma konusunda büyük faydası olduğu görüldü. İstanbul´da düzenlenen konferanslara katılan yabancı ünlü mimarlarla tanışma fırsatı edinen genç mimarlar başta hayranlık ve takdirle izledikleri bu kişileri, geçen on yıl içinde kritik etmeye ve star mimarlık mekanizmasını eleştirmeye başladı.

Türkiye´deki genç mimarlık ofislerinin ortak profili hala yaşam mücadelesi (survival) olarak tanımlanabilir. Henüz bağımsız kimliklerini, misyonlarını, gelecekle ilgili yollarını tam tanımlayamayan bu ofislerin sayısı her geçen gün artmakta. Deneysel çalışmalara prim veren, özellikle son dönemde düzenlenen yarışmalarda farklı yaklaşımlarla öne çıkmaya çalışan bu ofislerin en büyük kaygısı sürdürülebilir bir işletmeyi kurmaya çalışırken mimarlıkla ilgili ideallerini yerine getirebilmek.  Ancak mimarlıkla ilgili idealler demişken, Türkiye´de mimari söylem üretimi konusunda da mimarların sınıfta kaldığını iddia etmek yanlış olmaz. En son Sedad Hakkı Eldem´in 1950´lerde üretmiş olduğu, ardından Turgut Cansever´in devraldığı mimari teori üretimi konusunda uzun yıllardır bir suskunluk yaşanmakta. Gerçi bu konuda Koolhaas, Herzog & de Meuron gibi birkaç mimar dışında Avrupalı mimarların da son dönemki sicillerinin çok iyi olmadığı söylenebilir. Ancak Türkiye´de genç mimarlık camiası arasında ve özellikle mimarlık okullarında mimari söylem üretme ve mimari eleştiri konusunda ciddi bir fakirlik uzun yıllardır süregelmekte. Bakma eylemini, okuma ve yazma eylemine tercih eden bir mimarlık nüfusu olan ülkede mimari eleştiri hemen hemen hiç yapılmamakta. Orta yaşlı veya genç mimarlık nüfusunun hemen hemen hiçbir yazılı metin üretmediği ülkede düzenli olarak mimari eleştiri konusunda kalem oynatan en fazla iki üç akademisyen mimar bulunmakta. Genç mimarlık nüfusun özellikle küresel mimarlık kültürü ile ilişkisi ile daha çok fotoğraflar üzerinden devam eden görsel bir düzlemde gerçekleşmekte. Elbette bunun yansımaları çok bariz bir şekilde ülkedeki mimari üretimin salt estetik kaygılara doğru kayması ile izlenebilmekte.

Hayatta kalma içgüdüsünün önüne geçen ve özellikle mimarlık fakültelerinde verilen eğitimde nitelikli çevreler ve mekanlar yaratma konusunda misyoner gibi yetiştirilen mimarlar, bu misyonlarını belli bir süre ertelemek zorunda kalıyorlar. Bu nedenle özellikle Türkiye´deki çarpık kentleşme kuralları, müteahhitlerin egemenliğinde süregiden imar faaliyetleri, siyasi iktidarların imar faaliyetlerinden bekledikleri rantlar ve en önemlisi kentsel kalite konusunda kurumlar arasındaki koordinasyon eksikliğine dair hemen hemen tüm mimarlar ilgisiz ve sessiz kalıyor. Bugün özellikle İstanbul başta olmak üzere kamuyu ilgilendiren büyük küçük pek çok kentsel müdahale veya önemli yapı ile ilgili gündelik basında çıkan haberlerde genç mimarların yanısıra mimarlık fakülteleri de tepkisiz veya sessizdir. Özellikle İstanbul´da tüm mimarları ilgilendirmesi beklenen pek çok olayda, Mimarlar Odası´nın kısır itirazları dışında  bir ses çıkmamasının esas altında yatan nedenin, özellikle genç mimarların hayatta kalma mücadelesi olduğunu sanıyorum. Kentsel yerleşimlerde sosyal boyutun göz ardı edildiği pek çok müdahalede, kamu yapılarındaki mekansal fakirliğe veya Türkiye´deki bozuk imar mekanizmalarına karşı mimarların sessiz kalmasının mesleki itibar açısından, dolayısı ile Türkiye´deki kentsel kalite ve mimarlık kültürünün gelişmesi açısından olumsuz sonuçlar doğrucağını görmek zor değil.