0
ARCH+ news

Çok Değişen, Ama Çok Az Dönüşen Kent: İstanbul

Bülent Tanju //

What is real is the continual change of form:
form is only a snapshot view of a transition.
Henri Bergson
//

1. İstanbul’un son bir yüzyıldır, bütün diğer büyük kentler gibi, hızlı bir nicel değişim süreci içinde olduğunu söylemek mümkün; bir anlamda bu süreç modern dünyanın olağan kentleşme olgusu ile koşuttur. Kuşkusuz sayısız sorun ve çelişkili durumu da içinde barındıran kentsel yoğunlaşma, ortaya çıkardığı tüm sorunlara karşın olumlanması gereken bir durumdur: Söz konusu yoğunlaşma, modern çokluğun ve bu çokluğun nitel farklılık üretiminin de mekanıdır.

Dolayısıyla, kentsel yoğunluk artışını olumsuzlayan ve kırsal seyrekliğe davet çıkaran her türlü eğilimin nitel değişim farklılık ve dönüşüm taleplerinin de seyreltilmesi anlamına geldiğini akılda tutmakta yarar var. Böylece yine aynı yüzyıl içinde, birbirinden farklı formlara sahip devlet iktidarlarının kentsel yoğunlaşma ile olumsuzlayıcı ilişkisi de anlaşılır hale gelir. 1980’lerden bu yana ise, büyük sermaye şirketlerinin sermayenin yeniden üretimi için totaliter devlet formlarına artık gereksinim duymadığı söylenebilir. Görünen o ki, dünyevileşmesi kısmen tamamlanmış bir dünyada, aşkın bir dokunulmazlık yanılsamasını yaratma iktidarına en yakın ilişkiler ağı, sermaye ilişkileridir. Sermaye ilişkilerinin söz konusu yeni formasyonu, kentlerin nicel yoğunlaşmasının ortaya çıkaracağı nitel değişim (dönüşüm) taleplerini, totaliter devlet aygıtlarından farklı araçlarla kontrol etmektedir. Ancak her durumda, daha önce disipline edilen, şimdilerde ise kontrol edildiği söylenebilecek dönüşüm ya da farklılık taleplerini seyreltmenin yolu mekansal pratiklerden, daha doğrusu mekansallaştırmadan geçmektedir.

Mekansallaştırma ile kasdedilen ve modern zamanların en etkili iktidar organizasyonu olan durum şöyle özetlenebilir: Maddenin yayılımı olan mekan-zaman ya da süre, birbirinden bağımsız iki kategoriye, boşluk olarak mekan ve boşluk olarak zamana indirgenir. Mekan ve zamanın birbirinden bağımsız saf kategoriler olarak kavranması, ancak nicel değişimleri olanaklı kılar: Nicel değişimler ise insan etkinliklerini mekansal ve zamansal olarak organize edilebilen, giderek tarihdışı ideal formları tahayyül edilebilen edilgen hammaddeye dönüştürerek nitel değişim ve farklılık taleplerini disipline eder. Çokluğun çokluğunu kavraması, virtüel olanın edimselleşmesi kontrol altına alınır. Mimarlık ve şehirciliğin modern zamanlar içindeki önemi de burada ortaya çıkar: Çokluğun mekansal olarak organize edilmesi, giderek nitel farklılık arzularını anlamsızlaştıracak ideal mekansal form yanılsamalarının hayali, istisnaları olmakla beraber, modern mimarlık ve şehircilik düşüncelerinin egemen güzergahıdır. Siyaset bilimleri terminolojisine göre açıkça muhafazakar olandan, ilerici oldukları varsayılan anlatılara kadar, mimarlık ve şehircilik düşüncesi ağırlıklı olarak kültürel bütünsellik, türdeşlik ve kentsel yoğunluğun düşürülmesi konularında uzlaşırlar. Böyle bir ortamda mimarlık ve kente ilişkin nitel farklılıklar ancak olumsuzluk üzerinden sızar. Her biri, yoksunluk ile tanımladığı nesneler dünyasını, —kaçınılmaz— farklı perpektiflerden nicel olarak tamamlamak üzere yola çıkan bütünselleştirici anlatılar, ironik bir biçimde dünyayı nitel olarak da —kısmen— dönüştürürler. 1980’lerden itibaren ortaya çıkan durum, bir bakıma söz konusu bu nitel sızıntıların da ürünüdür. Artık Heinrich Hübsch’ün 1828 yılında sorduğu ünlü “In welchem Style sollen wir bauen?” sorusuna benzer bir sorunun herkesi ve her zamanı bağlayacak bir bütünsellik ile yanıtlanabileceği yanılsaması, dünyanın (mekan-zamanın) olağan çokluğunu örtmeye, indirgenmiş bir imgesini vermeye yetmiyor. Öte yandan bu örtünün erimiş olması, nitel farklılıkların öngörülemeyen ortaya çıkışlarının önünün açıldığı anlamına da gelmiyor. Daha çok, bir zamanlar dünyayı toptan bütünselleştirecek bir anlatıya yatırılan arzu, artık dünyanın çokluğunun parçalı bir bütünsellik olduğu yanılsamasına yatırılıyor: Çok kültürlülük. Kavram bir tür çoğulluğa gönderme yapar kuşkusuz, ama hemen peşinden gönderme silinir. Mekan-zamana yayılan insan üretimi çokluk üretimi değil, fakat her biri kendi içinde aynılık üreten bütünsellikler olarak kavranan pek çok kültürün üretimidir. Dolayısıyla artık evrensel bütünsellik yanılsaması yerine bütünsel otantisite, bölgesellik, yerellik, yer ve kimlik yanılsamaları ile bunların alameti farikası yıldız mimarlar ve mimarlıklar vardır.

İşte son 15-20 yıldır İstanbul’da yaşanan nicel değişim söz konusu küresel eğilim değişikliği ile Türkiye kültürel formasyonunun güçlü ve kadim aynılık/bütünsellik arzusunun sevimsiz bir karışımıdır. Çok uzun bir süredir farklılık üretiminin, nitel dönüşümün seyreltilmesinin, giderek engellenmesinin en sağlam yolunun farklılık üretimini olanaksız kılan bir tarihsizleştirme, sürekli yıkıp yeniden yaparak katman biriktirmeme olduğunu el yordamı ile keşfetmiş olan söz konusu formasyon, İstanbul’da 1990’lardan beri bir kez daha büyük bir iştahla yeniden yıkarak, kentin çehresini bir kez daha, dönüşmesini engellemek için, değiştirmektedir. Milliyetçi söylemlerin tarihi ile övündükleri kent, aslında bugün inşa edilmiş gibi gençtir ve hep öyle kalmayı arzulamaktadır: Virtüel hafızasını sürekli silerek farklı gelecek hayal etme zahmetinden kendisini azade kılan bir kentin de ancak şimdiki zamanının tarihi yazılabilir ya da şimdiki zamanının arkeolojisi yapılabilir.


2. Türkiye kültürel formasyonunun aynılık ve bütünsellik arzusunun tarihi, bu metinde özetlenemeyecek kadar karmaşık ve ayrıca yazılmayı hak ediyor. Kaldı ki, bu metin çok daha yakın tarihli bir durumu betimlemek için yazıldı. Dolayısıyla, bu karmaşık tarih ile güncel küresel eğilimlerin sevimsiz olduğuna değinilen karışımının arkeolojisinin ne olabileceğine ilişkin bir fikir vermek için karışımın özgül ifadelerinden birinin tartışılması söz konusu betimleme için işe yarayabilir.

Türkçe’de, sadece mimarların ve şehir plancılarının değil, hemen hemen herkesin çok severek kullandığı bir kavram var: Çarpık kentleşme. İtiraf edilmeli ki, bu kavramın ne anlama geldiği belirsiz; kullananların da bildiği söylenemez. Ama kavramın anlamı ve işlevi de bu belirsizlik ile ortaya çıkar: bırakın uzmanları, sokaktaki herhangi bir insana sorulsa size İstanbul’un çarpık kentleştiğinden yakınacaktır. İstanbul farklı toplumsal-siyasal konumlardan konuşan herkesi o ya da bu şekilde birleştirir: Çarpık kentleşmiş, bozulmuş, yozlaşmış, kimliğini kaybetmiş, çirkinleşmiş, betonlaşmış, aşırı kalabalıklaşmış vb. olduğunda herkes uzlaşır. Bu uzlaşma, uzlaşmanın —kuşkusuz aynı belirsizlikte— bir de simetrik karşıtının varolduğunun varsayılmasına yol açar; çarpık olan her neyse onun tersini, düzgünü ya da doğruyu temsil eden bir plan kavramı, daha iyisi burada sevilen biçimiyle bilimsel planlama ve bu plan kavramının bütünselliğini garantilediği bir de kent vardır. Yanlış anlaşılmasın, ne İstanbul sorunsuz bir yeryüzü cennetidir, ne de bilim ve plan kentler söz konusu olduğunda anlamsızdır. İstanbul kuşkusuz bir cennet değil, ama tersi, yani cehennem de hiç değildir. Sadece bir yığın sorunu olan ve içinde bu sorunlarla kimi zaman başa çıkan kimi zaman onlara teslim olan insanların yaşadığı, bu anlamda herhangi bir iri kıyım metropoldür İstanbul. Bilim ve plan ise bu sorunlara müdahale etmek için işe yarar stratejik araçlardır. Çarpık kentleşme ve benzeri kavramların ne anlama geldiğini kullananların da bilmedikleri ile ne kastedildiğini anlatabilmek için cennet-cehennem ikili karşıtlığı üzerine düşünmek iyi bir başlangıç olabilir.

Cennet ve cehennem ikilisi, her eylemin, nesnenin mutlak iyi ve kötü ya da mutlak doğru ve yanlış olarak ayrıştığı iki yer, iki aşkınlık düzlemi kurgusundan başka bir şey değildir. Bu anlamda, bu iki olanaksız yerin dışladığı her türlü farklılığın, çokluğun yeri olan dünya adi verilen mekan-zamanın ya da içkinlik düzleminin tam da olmadığı şeydir aşkınlık düzlemi. Basitçe aşkınlık yanılsamasının kaybı ve dünyevileşme anlamına gelen modern durum, dünyanın olağan çokluğunun ve farklılık üretiminin, iyilik ve kötülüğün aynılık örtüsü altında gizlenemez hale gelmesi demektir. Kuşkusuz, insanın kendisini aşkın herhangi bir varlık düzleminin dünya üzerindeki yansıması olduğu kavrayışının çözülmesi ve giderek kendi dünyevi koşulları ile yüzleşmesi kolay olmadı, hala da kolay olduğu söylenemez. Bu nedenle, söz konusu yüzleşme travmasını ağır bir vaka olarak yaşamak açısından Türkiye toplumsal formasyonunun özel bir durum olduğunu söylemek haksızlık olur. Dünyanın sefil çokluğunu aşkın bir aynılık merkezi etrafında yeniden bütünselleştirme savında sayısız anlatı, aktör ve kavram icat edildi. Bütün pratiklerin içinde pek çok kutsal metin önerisi —peygamberleriyle birlikte— ortaya çıktı. Mimarlık pratiğinin de, bu kutsal metin ve peygamber adayı üretiminde verimsiz olduğu söylenemez; giderek modern mimarlık tarihinin bir azizler tarihi olduğunu söylemek abartma olmaz. 19. yüzyılın başından itibaren birbirleri ile tutarlı, türdeş oldukları yanılsamasını bir daha —umulur ki!— geri gelmemek üzere kaybeden bütün nesnelere yeniden giydirilecek ideal form kavramı, mimarlığı ayakta tutan arzu haline geldi; söz konusu nesnelerin ve öznelerin katlanarak çoğalmalarının, farklılaşmalarının yeri olan kent de mimarların azılı düşmanı. Sayısız örnek vermek olası, ama sadece bütün yaptığı kenti fiilen yok etmek olan Le Corbusier’yi ve onun ideal biçim arzusunu anımsamak yeterli. Ya da, farklı siyasal görüşlerden ve farklı pratiklerden pek çok öznenin Werkbund etrafında oluşturdukları tartışma ortamında, kültürel bütünsellik kavramının zorunluluğu üzerinde nasıl uzlaştıkları anımsanabilir. Mimarlığın disipliner sınırları, modern çokluğun türdeşleştirilmesi ve bütünselleştirilmesi arzusu ile tanımlanır.

Yine de, çarpık kentleşme kavramının sadece mimarlığın disipliner yapısının ürünü olduğu söylenemez, yukarıda değinildiği gibi, kavram mimarlığın —ne yazık ki— olağanlaşmış bütünsellik arzusu ile Türkiye’nin özgül tarihsel formasyonunun sevimsiz bir karışımının ürünüdür. Türkiye’nin özgül tarihsel formasyonunu en basit, yine Werkbund örneği üzerinden betimlemek olasıdır. Werkbund etrafında gerçekleşen tartışmalar, bütünsellik yanılsamasının yok olduğu kabulü üzerinden biçimlenir. Bütünsellik olmadan kültürün var olamayacağı inancından dolayı, farklı bütünselleşme önerileri inşa edilir. İronik bir biçimde, önerilerden hiçbiri —kimileri dönemsel egemenlik kazansa bile— farklılık üretiminden başka bir şey olmayan kültürel üretimi tamamen kapatamaz, dolayısıyla aslında farklılık üretiminin o ya da bu şekilde parçası olurlar; bütünselleştirmek isterken çözerler. Bugün mimarlık, en azından teknokratik meslekçilikten kendisini uzak tutmayı becerebildiği ve tutucu panik atak sendromlarını kontrol edebildiği durumlarda, mekan üretimi ve kente ilişkin kararların, ideal biçimlerin vazedilmesinden çok, müzakereli dönüşüm süreçleri olduğunu fiilen kabullenmektedir. Gelinen bu durumun çok parlak olduğu söylenemez, aksine mimarlığın, diğer pratiklerle kıyaslandığında, hala çok tutucu bir disipliner formasyon olduğu ifade edilmelidir. Ancak, bu tutuculuk çok da önemli değil, sonuçta tüm toplumsal formasyon gibi mimarlık da son yüzyılda çok değişti.

Ne var ki, Türkiye’deki durum bunun tam tersidir. Burada hiç kimse bütünselliğin, hiçbir pratikte yok olduğuna inanmaz, inanmak istemez. Kuşkusuz toplum —ya da mimarlık veya kent— burada da bir tür çokluktur, ama çokluk bütünsellik yanılsaması yok olduğu için görünürlük kazanmaz. Bütünselliğin hala varlığını sürdürdüğü genel kabuldür; sadece zayıflamış, gücünü kaybetmiştir. Çokluk, güçten düşen bütünselliğin etkisinden genellikle —yine burada çok sevilen bir kavramla— dış mihrakların etkisiyle uzaklaşan hainleri tanımlar. Böyle bir toplum çok az üretir: Bırakın, farklılığı olumlayan modernist anlatıları, her şeyden önce, bütünselliğin yok olduğuna inanmadıkları için bütünselleştirici bir anlatı bile üretilmez. Dolayısıyla, bütünselleştirici anlatıların yol açtığı o ironik sonuç dahi —bütünsellleştirmeye çalışırken çözme— burada ortaya çıkmaz.

Kentler değişirler, bütünsellik yanılsamasının kaybı ile o ya da bu şekilde yüzleşen, giderek söz konusu kayıp ile bir tür olumlayıcı ilişki kurabilenler nicel olarak değişirken dönüşürler; nitel farklılıklar da üretirler. İstanbul ise, değişir, hem de çok hızlı değişir; ancak nitel farklılık çok zor üretir. Çarpık kent, bu çok hızlı değişen, ama farklılık üretemeyen kentin adıdır. Sakinleri nitel farklılık talep ettiğinden değil kuşkusuz, tersine bütünsellik, aynılık aradıkları ama bu mümkün olmadığı için kent çarpıktır. Bu nedenle, uygun iktidarı ya da konumu bulan herkes bu çarpık kenti düzeltmeye koyulur. Ancak bu işe kalkışan hiç kimsenin, kenti nasıl bütünselleştireceğine ilişkin bir önerisi de yoktur, olamaz da çünkü bir tür aşkınlık düzlemi olan doğru kent dünyevi akılla üretilemez. Dolayısıyla, doğru kentin doğru temsilinin iyileşip kendini göstermesi beklenir. Bu gerçekleşene kadar yapılacak tek şey, çarpık olan diğerlerini imha etmektir. Burada kentsel değişim, pratikte, yıkmak anlamına gelir. Tarihi ile övünen bu kent, son derece yeni, neredeyse dün inşa edilmiş bir kenttir aslında: Çarpık kent, nitel olarak dönüşmesin diye yıkılan kenttir.


3. Bugünlerde İstanbul’da olan biten de budur aslında; hep olmakta olanın, bu kez biraz daha zengin bir iktidar ile kendini yeniden tekrar etmesidir. Kentin pek çok yerinde, temel ilkesi çarpık kenti yıkmak olan pek çok değişim projesi gündemdedir. Amaç, çarpık olanı yok edip yerine doğru ve bütünsel olanı koymaktır. Sözgelimi kentin çeperinde, Kartal’da çok kapsamlı bir değişim projesi hayata geçirilmek üzeredir. Bu bölge, kentin pek çok yeri gibi ciddi bir nitel dönüşüme geresinim duymaktadır kuşkusuz. Her şeyden önce, bölge kentsel donatılar açısından yoksuldur. Dahası, bölge bütünsellik arzusunun toplumsal yaygınlığını örneklemek açısından da çarpıcıdır. Bölgedeki yapı stoğu, İstanbul’un pek çok yerinde olduğu gibi, tekinsiz bir biçimde aynılık mantığını yeniden üretir, şaşırtıcı derecede benzeşirler. Dolayısıyla, bütün kimliksizlik kuruntularına karşın, kent aşırı ve katı bir bütünsel kimlik üretme eğilimindedir, sorun kentin mimarların ya da çeşitli iktidar sahiplerinin hayalini kurdukları bütünselliği üretmemesidir gerçekte. Bu nedenle devasa kentsel bir alanın bir kerede toptan yıkılıp, önemli tek bir mimarın —Zaha Hadid’in— bütünsel vizyonuyla yeniden üretilmesi arzusu şaşırtıcı değildir. Seçilen mimarın, kariyeri boyunca mimarlık pratiği içinde bir tür nitel farklılık üretmiş olması da önemli değildir, giderek bu uygulama nitel farklılıkların nasıl bütünsel uzmanlık anlatılarına, basitçe nicel değişime dönüştüğünü örneklemek açısından da önemlidir. Profesyonel perspektif terk edilmedikçe mimara kızmak da anlamlı değildir, hangi meslek insanı bu boyutta bir işe hayır diyebilir ki?

Yine de Zaha Hadid’in Kartal değişim projesi istisnai bir durum oluşturuyor. Her şeyden önce, önerilen mimarlık, bütünselleştirici bir role soyunmasına karşın —ki bu bağlamda asıl zararı Hadid’e verecek— en azından bu toplumun kentsel imgeleminde hiç yeri olmayan bir imge üretiyor, bu da bir şeydir. Kaldı ki, mülkiyet ilişkileri üzerinden çok sınırlı da olsa, kentin sakinleri ile bir tür müzakere süreci de içeriyor. Oysa, kent merkezinde hedeflenen değişimler ve bu değişimlerin Atatürk Kültür Merkezi (AKM), Sosyal Sigortalar Kurumu (SSK) binası, Adliye Sarayı ve İstanbul Manifaturacılar Çarşısı (IMÇ) gibi önemsenmesi gereken 50’li ve 60’lı yıllar yapıları ile ilişkisi ya da Tarlabaşı ve Sulukule benzeri kentsel ‘dönüşüm’ projeleri daha da sorunlu görünüyor.

Söz konusu yapıların ve bölgelerin, basitçe önemli mimarlık ürünleri oldukları için yıkılmamaları gerektiğini savunmak hiç de anlamlı değil. Önemli olmadıkları için değil, giderek bu yapıların ve bölgelerin İstanbul’un önemli kentsel birikimlerinden olduğu söylenebilir. Daha çok, bir tür profesyonel yanılsama olan standart koruma ölçütlerinin, gerçekte yıkımı meşrulaştıran gerekçeler olmasından dolayı bu savunma anlamlı gözükmüyor. Sözgelimi, bu yapıların tarihsel belge, anı, simge vb. olduğunu söylemek, öteki onbinlerce yapının bunlar olmadığını da söylemektir aslında. Ya da, bu yapıların vazgeçilemeyecek mimari özgünlüğe sahip olduklarını varsaymak, tam da herkesin üzerinde uzlaşması gereken bütünsel bir özgünlük değeri olduğunu varsaymak; işlevsel/ekonomik değerleri olduğu için korunmalarını savunmak, diğer tüm yapıların bu değerlere sahip olmadığını ima etmek; bunların kimliğinden dem vurmak kimliksiz nesnelerin var olduğunu kabul etmek anlamına gelir. Bu yapıları yıkarak kenti değiştirmek isteyenler de, kendilerini aynı gerekçelere farklı değerler atfederek savunuyorlar zaten.

En çarpıcı örnek AKM’dir. İslamcı-muhafazakar bir iktidar, kendi çarpık kentinin çarpık değerlerini, bütünsel kimlik kaybını temsil ettiğine inandığı için AKM’yi yıkmak ister. Yapıyı savunanlar ise, yapının çarpık kent içindeki az sayıdaki doğru bütünsellik temsillerden biri olduğuna inandıkları için savunurlar.

Bu anlamda Sedat Hakkı yapılarının konumu ilginçtir. Daha önce değinilen, bütünselleştirici anlatı dahi üretmediği için az üreten bu ükenin önemli figürlerinden biridir Sedat Hakkı. Bir tür ulus kavramı etrafında bütünsel kimlik inşası olan mimarlığı, Türk evi ve milli mimarlık tartışmaları, sözgelimi Schmitthenner’in Alman evi ve milli mimarlık kavramları ile koşuttur. Kuşkusuz, yüzleşilmesi ve eleştirilmesi gereken bu üretim, yine de sahip olduğu sofistikasyon ve incelik ile herkes için geçerli bir aynılık yanılsamasını değil, fakat, hedeflemediği bir şeyi, nitel farklılığı, Sedat Hakkı Eldem mimarlığını üretir. Tam da bu nedenle, milliyetçi bir bütünsellik hayali ile ürettiği mimarlık, ondan hiç de az milliyetçi olmayan bir iktidar için hiçbir şey —yukarıdaki koruma değerleri bağlamında hiçbir şey— ifade etmediği, dolayısıyla bütün çarpık olanlar içinde eriyip gittiği için kentsel değişim içinde yıkılması gündeme gelebilmektedir. İşin hoş tarafı, Sedat Hakkı yapıları olan SSK binası ve özellikle Adliye Sarayı da sorunlu yıkımlar sonucu gerçekleştirilmişlerdir. Adliye Sarayı, erken cumhuriyet dönemi milliyetçi bütünselliğinin adını bile anmak istemediği iki izin yok edilmesidir. Yapı bir yandan bir Osmanlı sadrazam sarayının kısmen yıkılması ile gerçekleşir; saraydan arta kalan bugün —yine hoş bir ironi olarak— Türk ve İslam Eserleri Müzesi’dir. Yapı, diğer yandan ise, arkeolojik sit alanı üzerine —karmaşık Bizans kalıntıları üzerine— yerleşir. Bugün, bölgeyi bir turistik dekor olarak türdeşleştirmek isteyen belediye, Adliye Sarayı’nı yıkarak gerçekleştirilecek bir arkeolojik park hayali kurmaktadır.

Sorunu en iyi örnekleyen tartışma ise, bu yapıların arasında en önemlisi olduğunu düşündüğüm, Süleymaniye mahallesi güzelleştirme projesi gibi komik bir isimle anılan değişim kapsamında yıkılmak istenen, İMÇ etrafında gerçekleşiyor. İMÇ de sorunlu sayılabilecek bir yıkım ve istimlak süreci sonucunda ortaya çıkmıştır çıkmasına, ama yine de bu dört yapı arasında bütünselleştirici temsiliyet girişimi olmayan tek yapı olduğu teslim edilmelidir. Dolayısıyla, İstanbul’da gerçekten nitelikli bir kentsel dönüşüme de yol açmış olduğu söylenebilir. Buna rağmen, bugün planlanan yıkım yine temsiliyetçi ve bütünseleştirici kavramlar etrafında savunulmakta ya da itiraz edilmektedir. İMÇ yıkılarak yerine lüks konutlardan oluşan bir Osmanlı mahallesinin yapılması planlanmaktadır, yani mimarlık üzerinden yeniden bütünsel bir biz hayal edilmektedir. Osmanlı mahallesi projesinin müelliflerinden olan eski mimarlar odası başkanlarından bir profesör mimar, öneriyi, kentin tarihsel bölgesini ziyaret eden turistler “bize ait mimariyi görmeliler” diyerek savunmaktadır. Dolayısıyla, İMÇ kompleksinin ve kompleksin yol açtığı kentsel dönüşümün de bize ait (doğru olarak da okunabilir) olmadığı, çarpık olduğu ortaya çıkmaktadır. Bu önemli yapıyı tasarlayan mimarlardan biri ise, yapıyı savunmak için görüşlerini bildirirken rahatlıkla, İMÇ yerine arkasında bilinçsizce oluşmuş kentsel dokunun kaldırılması gerektiğini söyleyerek, hedef düzeltmekte, o da kendi çarpık kentine işaret etmektedir. Daha da güzeli, gelenekselci ve milliyetçi bir mimarlık arzusu ile yanan başka bir eski oda başkanı ise, uzun süren sessizliğini bozması için sıkıştırıldığında söyleyebildiği “İMÇ, bizim çağdaş prestij mimarlığımızdır” olmuştur. Türkçe’de bir türlü basitçe aynı mekan-zamanı paylaşmak anlamına bir türlü gelemeyen çağdaş, bugün zorunlu olarak olması gereken anlamına gelir, ve yapı bir kez daha hiç de amacı olmayan aşkın değerleri temsil etmek zorunda kalır.

Bütün bu tartışmaların, hangi yapıların ya da kentsel müdahalenin doğru değerleri hangilerinin ise çarpık değerleri temsil ettiği tartışması olduğunu bir kez daha anımsatmakta yarar var. İstanbul ise, hiç değişmeyecek kentsel/mimari bütünselliği bekleyen insanların çok değiştirip, çok az dönüştürdükleri kenttir: Kent her zamankinden daha hızlı bir biçimde incelen bir şimdiki zaman katmanın içine sıkışarak geçmişsiz ve geleceksiz kalmaya mahkum gözükmektedir.