Bağımsızlaştırıcı Bir Etkinlik Olarak Piknik
Yaz ve bahar mevsimlerinde, özellikle de hafta sonları Sarıyer, Arnavutköy, Bebek, Ortaköy, Fındıklı, Beşiktaş, Balat, Sarayburnu, Zeytinburnu gibi semtlerde deniz kenarındaki dolgu alanlarında veya kıyı parklarında – hatta bazen otoyol kenarlarında veya yolların ortasındaki yeşil alanlarda bile- yoğun olarak görülen piknik etkinliği, çoğunlukla kentin orta veya düşük gelir seviyesine sahip kalabalık ailelerince gerçekleştirilmektedir. Yaşamları boyunca denizi görmeden kentin çeperlerinde yaşayan ve İstanbul’un büyük bir kısmını oluşturan nüfus dikkate alındığında, deniz kenarında gerçekleştirilen bu piknik eylemleri, kentin mahrum kalınmış nimetlerinden geçici süreyle yararlanılması olarak da değerlendirilebilir. Kıyı parklarına hücum eden kullanıcılar için çimlerin üzerinde, ağaçların gölgesinde gerçekleşen, mangal dumanlarının, yemek kokularının, müzik ve sohbetlerin birbirine karıştığı dipdibe yapılan bu piknik etkinliği, eyleyenlerde belki de hiçbir zaman sahip olamayacakları deniz manzaralarına, özendikleri ama ikamet edemeyecekleri lüks semtlerdeki yaşantılara kısa süreli de olsa sahip olabilecekleri yanılsaması yaratmakta, ama daha da önemlisi bu geçici sahipliliği bir “hak” olarak görmelerine neden olmaktadır. Günümüzde Boğaz kıyısında gerçekleştirilen piknik etkinlikleri de bu nedenle yalnızca yemek yemenin ötesinde, modern hayat tarzının getirdiği zevklerden tat alınması, üst gelir grubunun keyfini çıkardığı manzaradan pay alınması, kısacası sosyal segregasyonun yarattığı gerilimin boşalması, geçici sahiplenme yolu ile ekonomik dengesizliğin mekân üzerinde alt edilmesi gibi anlamları da içeren daha geniş bir içeriği vardır. Kamusal mekanların tasarım yoluyla dayattıkları oturma düzenlerini ve bakış kurgularını altüst eden, içlerindeyken davranılması gereken steril ve homojenleştirici eylem kalıplarını bozan, -Lefebvre’nin terimleri ile söylersek- mekanı denetim altında tutup düzenleyen bu “soyut mekanları” bir hamlede “sosyal mekanlara” dönüştüren bağımsızlaştırıcı bir eylemdir piknik etkinliği. Kentin çeperlerinden gelip merkezinde var olabilmeye, görünmeye yönelik bu talep, bir yandan arzu ve özentilerin dışavurumu iken, diğer yandan Freudyen “bastırılanın geri dönüşü” anlamında, kendini dışlanmış, horlananmış veya haksızlığa uğramış hisseden “mağdurların” nevrotik hınç ve gurur yaralarından sbeslenmektedir. İlginç olan şudur ki, 1980’lerdeki özgürleşme vaadi ile çığ gibi büyüyen ve edebiyattan arabesk müziğine kadar bu coğrafyanın kültürel iklimine damgasını vuran bu talepkâr hınç, özgürleşme-bireysellik ekseninin tam tersi yönünde, cemaatçi bir mekanizma içinde yeşermektedir. Ancak “mekanın üretimine” olanak veren bu piknik etkinliklerinin sosyal anlamda yeteri kadar özgürleştirici bir etkisi yoktur; hatta tam tersine içe kapanmanın, “hiç kimseye ait olmayan” alanlarda “hayali ev”lerin kurulmasına neden oluşuyla cemaatçi kalıpları pekiştirdiği bile söylenebilir. Erken Cumhuriyet döneminden itibaren kadın ve erkeğin kamusal alanda biraradalığına izin verilmiş olmasına rağmen, günümüz kamusal mekânlarında kadın ve erkek arasında gerçekleştirilebilecek eylemler ve iletişim olanakları hâlâ sınırlıdır. Tanyeli’nin ifadesi ile “ […] Türkiye’deki parklarda kahvede oturulur, lokantaya gidilir. Serbestçe yapılan tek etkinlik pikniktir. O da kentlilik kıdemi en yeni olanlarca yürütülür ve bir ailevi etkinlik olduğundan, bu kez bir başka ciddi toplumsal denetimin altındadır. […] Herkesin herkese polislik yaptığı bir iletişim alanıdır burası. Dolayısıyla da, organik topluluğun denetiminden kurtulmayı ve modern bir özgürlük odağı tanımladığını iddia etmek zordur. Artık tekinsiz değildir; çünkü Geç Osmanlı kamusal mekânındakinin tersine, geleneksel ailevi bağlar kullanılarak çok sıkı biçimde disipline edilmiştir. Onun için, özgürlük bir yana, serbestlik alanı bile sayılamaz.” (Tanyeli, 2005).
Çoğunlukla aile bireyleri ile gerçekleştirilen piknik etkinliğinin başat öğesi çimlerin üzerine serilen örtü veya kilimdir. Egemenlik alanının merkezini oluşturan bu örtüden dışarıya doğru gün boyunca farklı hareket ve ilişki ağları kurularak “yer” inşa edilir. Bu özel alanın inşası yoluyla kamusal mekân üzerinde, birbirlerine olan mesafeleri kullanıcılar tarafından belirlenmiş, farklı uzaklıklarda konumlanmış geçirgen özelleştirilmiş bölgeler oluşturulur. Araba ile ulaşılabilecek, keyfi çıkarılacak “deniz manzarasına” sahip boş gölgelikli bir yeşil alan, piknik’in olmaz olmazıdır. Dere, akarsu gibi akan su kaynakları veya bir çeşmeye yakınlık da genel tercihler arasında yer almaktadır. Mangal yapmak ve devamında gerçekleştirilen yemek yeme etkinliği, kendi beğenileri doğrultusunda çevreleri ile paylaştıkları müzik yayını, piknik yapanların kamusal mekânlar üzerinde gerçekleştirdikleri geçici işaretlemelerdir. Piknikçiler kendi “uygunsuz” performatif eylemlerini kamusal mekâna dayatırken mekânı da dönüştürmeye, kendilerine uydurmaya çalışırlar. Ağaçlar arasına gerilen kumaşlar ile kısmı mahremiyetler inşa edilmeye, “hiç kimseye ait olmayan” kamusal mekânların ortasında ev içi ortamların yaratılmasına çalışılır. Hong Kong’un göbeğindeki Central District bölgesinin pazar günleri Filipinli kadın işçilerce piknik yapmak üzere kuşatılmasını inceleyen Asuman Suner, Ackbar Abbas’ın “Yamuk Mekan” olgusuna referansla piknik etkinliğinin kamusallıkla çatışan “görmezden gelme” niteliğine vurgu yapar: “Dev gökdelenlerin arasında banal bir ev içi yaratılır. Binaların mesafeli ve kibirli duruşu adeta alaya alınır. Mekân mutasyona uğrar, küresel finans merkezi ‘yamulur’. […] Tıpkı orta sınıf apartman dairelerinin, hizmet işçisiyle apartman sakinlerinin bir arada ancak birbirlerinden yalıtılmış olarak yaşamasını mümkün kılan tasarımları gibi, kent ölçeğinde de farklı toplumsal grupların iç içe, ancak birbirlerini görmeden, farklı gerçeklik düzlemlerinde yaşamalarını mümkün kılan bilişsel mekân haritaları vardır” (Suner, 1999). Arjun Appadurai’nin “ev”i materyal olmaktan öte bilişsel bir kategori olarak ele alan “hayali iskân” kavramına referans veren Suner, piknik yapanların kendilerini evlerinde hissedebilmeleri, sokağın ortasında şeffaf sınırları olan “hayali evler” kurabilmeleri, bu egemenlik alanlarında mahremiyet ve biz-bizelik duygusu yaratabilmeleri için etraftaki yabancıları yok sayabilmeleri, kendilerini “görünmez kitle” olarak algılayabilmeleri gerektiğini söyler. Diğer yandan, yoldan geçenlerin de bu hayali “ev içlerine”, mahrem olana dikkat etmeyen ya da bakışlarını kaçıran “görmeyen kitleler” olabilmeleri, ama en önemlisi kamusallığın ortasında özel alanların inşa edilebilmesi için, karşılıklı “görmeme” durumundan kaynaklanan bir “bilişsel körlük”ün de toplumun zihinsel haritalarında yaratılmış olması gerekmektedir (Suner, 1999).
Görme ve görünürlük, sınır ve mekân gibi olgular üzerinden kurulmuş Avrupa’daki kamusal-özel alan ikiliği, doğal olarak bu kültürel coğrafyadaki mekân konsepsiyonu ve toplumsal pratikler ile örtüşmemekte, İstanbul gibi çok yüzlü ve kimlikli kentleri açıklamada yetersiz kalmaktadır (Eckardt, 2008; Tanyeli, 2005). İstanbul’daki kamusallıklar ve kamusal mekânlar hakkında konuşabilmek için, Batı-dışı modernliğe özgü kavramsallaştırmaların, yeni okuma biçimlerinin üretilmesi gerekmektedir. Sosyal pratikler yoluyla toplumsallığın inşa edildiği ortamlar olarak düşünülmesi gereken kamusallık, kentteki her türlü sosyal grubun kendisini ifade etme biçimini ve iletişim ortamını inceleyen “kent folkloru” ile doğal olarak ilişkili olmak zorundadır. İstanbulluluğun çoğul yapısını göz ardı etmeden kentin kamusal yaşantısını kapsamayı hedefleyen her tür anlatı, görünenler kadar görünmeyenleri, müdahaleler ve müzakereleri, enformel pratikler ile performatif ilişkileri, karşılaşmalar ile dirençleri, farklı sosyal grupların bir araya gelmelerini, mekansal pratikler kadar geçici yer-inşası ve egemenlik alanı gib mekansal üretimleri de dikkate almak zorundadır.